Hayatın anlamı üzerine

Konservatuvar öğrencisi genç bir kızla müzik ve kitaplar üzerine zaman zaman sohbet ederiz.
Öğretmen olan annesi de sevdiğim dostlarımdan biridir. Düşünmenin, düşündüklerini ifade etmenin, sanatın ve evrensel kültürün erozyona uğratıldığı birey özgürlüklerinin yasaklarla örtüldüğü bir ülkede doğal olarak konuşmalarda sözcük dağarı da giderek küçülür. Sohbetler yavanlaşır. Buna iktidarın yıllardır halklar üzerinde yerleştirmeye çalıştığı korku iklimini de eklerseniz, sohbetler ister istemez gelir günlük mahalle dedikodularına, televizyon dizilerine, politikaya değgin komplo teorilerine, futbol bilgeliğine ve çokça astroloji üzerine dayanır. Şanslıyım. İki yıldır yaşantımı sürdürdüğüm sakin beldede, renkli kimlikleri ile sohbetin keyfini çıkarabildiğimiz sayısı azımsanmayacak dostlarım var.
Geçenlerde böyle bir toplulukla birlikteydik. Hayata dair şeylerden söz ediyorduk. Bilimden, sanattan, müzikten ve elbette kitaplardan. Genç müzisyen dostum aniden bir soru yöneltti bana. “Hayat size ne öğretti?” deyiverdi.
Doğrusu hazırlıksız yakalanmıştım. Beklemediğim, çarpıcı bir soruydu. Gülümsedim. Yanlış anımsamıyorsam liselerde felsefe okutulmuyor hem Cumhurbaşkanımız Türkçe ile felsefe yapılamayacağını anlatmadı mı?.. Şimdi nereden çıktı bu soru. Genç dostumun müzik tutkusu kadar kitaplara, sinemaya, fotoğraf, resim gibi güzel sanatların öteki dallarına da değer verdiğini biliyorum.
Umarım şimdi yazacaklarımdan da sorusuna yanıt bulabilir.
Hayatı bir varoluş diye algılarım. Bu varoluş içinde aklımız, duyularımız, duygularımızla pek çok şey öğreniriz. Hayatın bize öğrettikleri sınırlı yaşam süremizde kişiliğimizi de belirler. Emekten yana mı olacağız, sömürüden yana mı, barıştan yana mı olacağız savaştan, şiddetten yana mı?.. Paylaşımcı, yardımsever mi olacağız, zalim bencil mi?.. Toplumda olduğumuz gibi yani kendimiz olarak mı var olacağı, yoksa her duruma her insana göre bir maske mi olacak yüzümüzde.
Evet, hayat öğretir, öğretirken de yansız kalır. Yan seçmek, iyiyi, doğruyu seçmek, doğanın sunduğu görkemli güzellikleri keşfetmek insana kalmış.
Özetle ben yaşamdan keyif almayı öğrendim. Zulmün karşısında mazlumun yanında olmayı da, insanların eşit olduğu ilkesini benimsedim, kör inançlara değil her zaman bilime önem verdim. Kişisellikten çıkarırsak belki de şunu söylemek gerek. Hayatın canlıların tümüne sunduğu her şeyi akıl süzgecinden geçirmek gerekiyor. İyiyi kötüyü bulmak insan aklına zekasına kalmış hayattan doğru dersler çıkarmak da. Hayattan doğru dersler alabilseydi insanlık insanın insana reva gördüğü kıyımlar, yıkımlar, savaşlar olur muydu?.. Bir büyük Yazın Ustası, Düşünür Albert Camus, 17. yüzyıl matematik çağı, 18. Yüzyıl fizik çağı, 20. yüzyılsa korku çağı. Diyor ve korku çağının oluşmasını gelişen teknolojinin insan yararına değil güç elde etme aracı olarak kullanılmasına bağlıyor. Guernicalar, Hiroşimalar, Nagazakiler böyle yok edilmedi mi?.. Gelin yazıyı da Albert Camus’nun bir başka metninden paylaşacağım bir alıntı ile bitirelim.
Napolyon, Fontanas’a şöyle demiş:
“Bilir misin dünyada en çok sevdiğim şey nedir?.. Sadece kaba güçle hiçbir şeyin kurulamaması. İki şey dünyayı egemenliğinde tutar: Biri kılıç, biri düşünce. Kılıç eninde sonunda düşünceye yenilir.”
Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz olsun ödemeleri gerek elbet. Ama, yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu söz, bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor.
Fetihlerin bir hayli kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği, yıllarca bağrı deşik Avrupa’nın üzerine çöktü.”