Alacakaranlık

Cumhuriyet tarihimizin en sancılı günlerini yaşıyor ülke. Bu coğrafyada soluk alıp veren insanlar sıkıntılı, hüzünlü. Kimisinin de öfkesi burnunda. Siyaseten bölünmüşler, mezhep denmiş, bölünmüşler. Okudukları gazeteler, konuştukları, ahbaplık ettikleri insanlar da salt kendi görüşünde olanlar. Karşı bir görüşü okumaya ya da tartışmaya asla hazır değiller. Demokrat Partinin “vatan cephesi” döneminde toplumu ikiye ayırma gayretlerinde bile bireylerin böylesine keskin bir biçimde kutuplaşmalarına tanık olmamıştım. Dilerseniz bir sabah işe çıkmak üzere yola koyulduğunuzda vapurda, tramvayda, otobüste, metroda, metrobüste bunu insanların kasılmış yüzlerinde,umut ışığını yitirmiş bakışlarında, öfkesini dışa vurmak için en küçük bir uyarı bekleyen kişilerin solumalarında gözlemleyebilirsiniz. Tehlikenin ne denli yakında olduğunu da duyumsayabilirsiniz.
Yerel seçimler öncesi iktidar partisi milletvekilleri, üyeleri liderlerinin üzerine atılı suçlamaları tartışacağı yerde, liderin, ki aynı zamanda bu ülkenin Başbakanı, inkar politikasına sığınmış, hiç sorumlulukları yokmuşçasına ülkeyi büsbütün kaosa sokacak evrensel hukuka, insan haklarına, Anayasa’ya aykırı yasak temelli kanunlara okumadan irdelemeden imza atıyorlar. Öte yandan meydanlarda liderlerinin yanında gözükmekten kaçınıyorlar. Neden?
Türkiye’yi soktukları bu alacakaranlık kuşağından kendilerinin zarar görmeyeceğini mi zannediyorlar. 12 yıl içinde tüm atamalarda iktidarlarının bakanlarına, Başbakana destek verenler; hakim savcı atamalarından tutun da, vali, kolluk kuvvetleri ve YÖK, TRT gibi kurumlarda yaşanan kıyımlara ses çıkarmayanlar çok mu günahsız! 12 yıl boyunca her türlü icraatta, devlet kurumlarındaki atamalarda ortaklık ettiği ‘cemaat’ son bir yılda mı tüm kötülüklerin başı oldu. Sahi siz neredeydiniz? O özel yetkili mahkemeler AİHM kararlarına rağmen zulmünü icra ederken, polis şiddeti almış başını giderken…
Darbelerin edilgin kıldığı toplumu 12 yılda birbirine yabancılaştırdınız. Toplumun ulusal kimliğini çaldınız. Ümmetçi tutumunuzla ayrımcılığı kışkırttınız. Özgürlükleri törpüleye törpüleye yurtta özgürlük alanı bırakmadınız. Yarattığınız korku iklimi ile halkları sindirdiniz. Hiçbir açılımınız ciddi değildi. Kürt halkıyla, Ermenilerle oynadınız, oynamayı da sürdürüyorsunuz. Hiçbir somut adım atmadan… Seçim telaşı ile paketlediğiniz yasalardan kanlı katiller yararlanıyor ama tutuklu gazeteciler, düşün insanları, siyasi tutuklular yararlanamıyor. Bu mu sizin adaletiniz? Sormam saçma, düzeninizin adalete de, kadına da çocuğa da insani değerlere bakışı da hep buydu. Şimdi olup bitene bakıp da niye yadırgıyoruz ki… Bir inancımı sıkça yazar, okurla paylaşırım. Sanatçılar, yazarlar, şairler bir ölçüde geleceği görebilen bilgelerdir. İşte onlardan birinin, Edip Cansever’in, şiirine kulak verelim: ‘Meduza’

Derin, sessiz, iyi böylece
Güz ölülerini bırakan kuşlar
Yer kalmadı acıya ülkemizde
Derin, sessiz, iyi böylece
Gün ortası alacakaranlık bakışlar.

Bir buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz
Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün meduzalar
Aşar söylediklerimizi çeker gideriz
Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz
Kıyısında camların bozbulanık rakılar.

Çizeriz yeryüzünü kaygısız ayaklarla
Yüzümüzdür bir yağmur ağırlığınca düşer
Sonra pek anlamadan içkiler ne çabuk biter
Ne kadar konuşsak o kadar bir sessizlik olur
Adımızı sorarız birine, o bize adını söyler.