Gelişigüzel bir yazı

Yazdan kalma nefis bir hava. Hafta sonu gönlümce tatil yapabilirim. İnsanın kemiklerini ısıtan güneşin, tatlı tatlı esen rüzgarın keyfini çıkarabilirim. Uzun bir yürüyüş yapıyorum. Her şey tam da planladığım gibi. Gel gör ki kafamı bir türlü boşaltamıyorum. Şarkı mırıldanıyorum, köpeklere, martılara laf atıyorum, bulutlara selam gönderiyorum. Olmuyor, olmuyor. Kafa boşaltabilmenin, düşünceyi denetim altına almanın bir yolunu yordamını bulmalı insan. Aslında içinde soluk alıp verdiğimiz kendi toplumumuza baktığımda kafa boşaltarak yaşamayı becerenlerin sayısının çokluğu önceleri beni şaşırtsa da şimdilerde artık şaşırtmıyor. Doğrusu yurttaşların büyük bir bölümünün hiç sorgulamaksızın, düşünmeksizin devlet erkinin buyruklarına uymadaki yetenekleri göz yaşartıcı. Demek ki kusuru, düşünme alışkanlığını, yanlışı söyleme, gerçekleri arama, anlatma alışkanlığını hâlâ sürdürebilen yazar, çizer, bilim insanlarında aramamız gerekiyor. Devlet erki de adalet mekanizmasını tam da böylesi yurttaşlarına uyguluyor zaten. Uzun yılların ötesinden Pir Sultan Abdal seslenmiş ama halk olarak aymamışız. Pir Sultan’ın dizelerini anımsayalım bir kez daha, belki de birilerinin uyanmasına yararı olur: “Uyur idik uyardılar / Diriye saydılar bizi / Koyun olduk ses anladık / sürüye saydılar bizi” Evet vahşi ana mal düzeninin insana biçtiği değer bu.
Mesleğim gereği her yaştan erkek, kadın toplulukları içinde oluyorum. Derin sohbetlerinin ortasına düştüğüm de oluyor. Söze karışmaktan çok dinlemeyi, gözlemeyi seviyorum. Eskilerin deyimiyle dünya yansa umurlarında değil. Savaşların getirdiği yıkımlar, ölümler, sığınmacıların dramı, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet, taciz ülkede, dünyada olup bitenlerin farkında değiller. Ya da başkalarının acısına bakmaktan kaçıyorlar. Etraflarındakilerin dertlerine ortak olmaktansa dedikodularını paylaşmayı yeğ tutuyorlar. İşte o zaman acaba diyorum gezegeni yaşanmaz kılan yeni dünya düzeninin insan beyinleri üzerinde geliştirmeye çalıştıkları kafa boşaltma projesi mi var diye düşünmeden edemiyorum. Sorgulama yetisi, araştırma, soruşturma yetisi hepten siliniyor mu beyinlerden acıma, öfkelenme duyularıyla birlikte.
Tahmin edeceğiniz gibi kafanızda bu türden düşüncelerle dünyanın en güzel kıyılarından birinde de olsanız yürümek hoş değildi. Ne var ki umut da hep beklenmedik anlarda çıkar karşınıza. İnsanlara dair kötümser bakışlarınız içinde küçük ışıklı bir pencere açar size. Derin bir soluk aldırır. Bu kez de öyle oldu. Bir dostla karşılaştım. Çay kahve eşliğinde sakince bu konuları konuştuk. Aynı dilden, aynı yürekten, aynı inançtan dostlarımızın varlığını unutmamalı. Böylesi dostlar varsa ve onlarla birlikte çoğalacaksak geleceğe umut da var demektir.
Sevginin, paylaşımın, gerçek dostluğun, insanı insan yapan değerlerin iyice zayıfladığı, yok olmaya yüz tuttuğu bu ortamda şiire sığınmak mutluluk. Bu yazıyı da bir şiirle sonlayacağım. Kamuran Yüce tiyatromuzun unutulmaz oyuncularından biriydi. (1926 – 1986) Tiyatro ve Sinemada oyunculuk yaptı. Seslendirme ustalarından biriydi, yönetmenlik, senaryo yazmak uğraşları arasındaydı. Bütün bunların dışında da iyi bir şairdi. Şiirleri birçok edebiyat dergisinde yer aldı. Kamuran Yüce’den “Halbuki” şiiri ile veda edelim bu hafta da:

“Nasıl oldu bilmiyorum
Beyaz bir mendil mi hatırlattı
Yoksa kırlangıçlar haber mi getirdi
Yine seni düşündüm
Köprü üstünde bu akşam vakti
Ağlayan bir kadın sesi miydi acaba
Sesine benzettim öyle içlendim ki
Sorma.
Küçük evler geldi gözümün önüne
Kırmızı kiremitli küçük evler
Akşamları beni bekleyecektin onların en küçüğünde
Talihimiz olsaydı eğer
Sevinçle yanan sobaya karşı
Öteden beriden bahsedecektin
Arada başını kaldırıp, yavrumuzu
Uyuyor mu diye dinleyecektin.
Şarkılara, insanlara dair bir gün
Bıkkınlık sarmıştı içimi
Belki bir vagon penceresinde
Belki vapurda
Sen gittin ve hikaye bitti.
Köprü üstünde bu akşam vakti
Nasıl oldu bilmiyorum
Eski şeyler geldi aklıma, seni düşündüm
Halbuki!