Buhrana düştü sabah, karanlık sandım!..

Dünyaya penceresini kapatmışcasına… Gökyüzünde yıldızları söndürmüşçesine, güneşin yüzüne peçe çekmişçesine ve aydınlığı karanlığa teslim etmişçesine!.. Nefesi kesilmiş yaşamların son çırpınışına inat, gündüz sanki geceye döndü o an!.. Zalimce, insafsızca ve tabii ki pervasızca… Küstü güneş o an gökyüzüne, buhrana düştü sabah sinmişçesine… Ve mavisinden terk etti kendini bulutlar, kül olmuşçasına!.. Yaşamı sıcak tutan tandırlara atılmış son ağaç parçası gibi, işte o an soğuklara terk etti kendini gün ve insafsız bir kahrın buharına saklandı gözüm… Hiç görmemiştim, kendine bu kadar öfkeyle gizlenen bir doğayı!.. Hiç kaybetmemiştim sanal bir dumanın içinde yolumu… Ve hiç düşünmemiştim bu denli pusulasız bir güzergâhın belirsizliğini!.. Yalnız ve cılız bir ormana komşu olmuş hüznümle seyrederken doğayı; kış günü sabah saklandı sahte geceye; gözlerim bulandı şaşkınlığıma… Şaşırdım; görmeye çalıştım inatla, efkara sinmiş puslu manzarayı!.. İzlemek istedim bir hastalık gibi günü hapseden kâbusu!.. Ve anlamaya çalıştım yaşamın duman olmuş mecnun ve biçare anlarını!.. Dedim ki içimden o an; “Sırtımda hançer gibi akbabalar, kalbimde serçe kanadı… Anlamadın ki, sitemim sevdamaydı…”
Yalnızlığın tuvalinde!..
O gün; insanın önünü bile bir türlü göremediği o gün, çok şaşırdım dünyanın üzerine değil, bizzat içine açılan o gri ve belki de hayali şemsiyeye!.. Ve kim bilir belki de, gerçeğe hâkim olan ebedi ve o kocaman gölgeye!..
Her baktığımda, her görmeye çalıştığımda o an; bizi kendi sessizliği içine hapseden; bize suskun ama gizemli bir hava bahşeden ve bizimle kendi yarattığı köşe bucakta saklambaç oynayan o muzır buhara teslim olmuşçasına şaşırıp durdum…
Yaşamın yalnızlığında tuvale çevirdiğim yuvamda; kimsesizliğe sahip aradığım masumiyetlerde; uzaklarda grinin hüznüne hapsolmuş doğaya bakarken, şu soru kafamda taklalar atıp durdu; “dost arayan bakışlarımıza niye çektin tül perde?..”
Bu soru geldi işte aklıma… O sessiz canavar; sanki bir çığ gibi öfkesini toparlaya toparlaya; ovalardan, vadilerden, patikalardan, tepelerden bana doğru ilerlerken, artık ne önümü görebiliyordum ne de kendimi!..
Bakışlara buhrandan duvar çekmiş o müthiş doğa olayının güneşe ve yıldızlara inat, dünyanın tüm gözlerine nasıl da hükmettiğini görünce; alemin kimi zaman kendini kaybetme ve kendini zorakice teslim etme konusunda, nasıl çaresiz kaldığını da anladım!..
Gri mi beyaz mı, köpüklü mü, pamuktan topaçlar mı, buhran mı, kirlilik mi, bir hayal mi, yaşamın bir göz aldatması mı, bir kandırmaca mı ya da en haklı anlatımıyla sis miydi o?..
Doğaya kefen giydiren zulüm!..
Evet sis… Geçen Pazar günü, öğleden sonra sinsi köşelerden süzülmüşçesine, kış uykusundan uyanmışçasına; yaşamın kısır döngüsüyle eski bir değirmeni hissettirdiği o anda; aniden ve sessizce, bedende süzülen su damlaları gibi geldi sis!.. İnsanoğlunun aslan kesildiği öfke anlarında ya da nefeslerimizin coşkuya döndüğü masum saatlerde, biz kendimizi kaderin günlük anlarına teslim etmişken, bizi bizden habersiz saran sis niçin hükmetmişti o güne?..
Neydi doğanın o yumuşak ancak bir o kadar da sert öfkesinin belirsiz sebebi?.. Neydi bakışları hapseden doğanın, gözlere bitmeyen öfkesi?.. Ve neydi doğada güzel olan ne varsa, adeta kefen giydiren zulmün sebebi?.. İnsanın karanlığa uzanan adımlarını bile göremediği o anlarda; hakimiyetini koyulaştıran sis yalnızca bizi teslim almadı, bizi gözlerimiz açıkken kör de etmedi ve bizi ne yapacağımızı şaşırır hale de getirmedi…
Tüm sessizliğiyle ve hissettirmeyen nefesiyle, “istersem” dedi sis; “yalnız dünyayı katmam kayboluşlarınızın içine, sizi de kaybederim kendi içinizde…”
Yarasaların pususunda!..
O gün; yaşadığım uzaklarda, kışın sevdasıyla kavrulan doğayı görmeye gelen birkaç dostumla ve benliğimde hep “Fırat” gibi akan minik bir yürekle sisin içinde kaybolup durduk…
Uzakta hayalet gibi duran evimizi sis bulutunun içinde rüyalara teslim ettik!.. Sonra da, bazen patikalardan, bazen engebelerden geçerek; bazen eskiye isyan eden ahşap köy evlerinin yoksulluğu ve çaresizliği arasından süzülerek, adeta sisin üzerine gittik!.. İnatla, merakla, şaşkınlıkla ve kör edilmiş gözlerimizin yardım isteyen isyanıyla!..
Adeta sonunu ve belki de doğayı hapseden o sessiz canavarın yuvasını görmek için yürüdük ve durmadan yürüdük!.. Orada; sisin yolları, sokakları, vadileri, ormanları yuttuğu doğanın yalnızlığı içinde bir “Saklıgöl” gibi duran su deryasının yanı başına kadar gittik…
Birer hayalet kulübesi gibi duran ahşap çardakların gölgesinin göle gizlendiği o anlarda; kazların ve ördeklerin silueti de suya nakşolmuş beyaz öpücükler gibi geldi bana!..
Biz de karıştık sevdalarına gizlilik katılan insanların içine… Biz de uzandık; nargilenin tül perdeye düşmüş kokusu gibi uzağa!.. Biz de vardık, bir Pazar günü, gizeme bulanmış insanların doğal hapsine!..
Geçen Pazar sis; belki de çoğunuzun yaşamı boyunca göremeyeceği kör buhranıyla, bizi kelepçesiz hapsettiği anda hep şunu düşündüm; Sis bu çekip gider elbet tüm körlüğüyle… Dağılır gider elbet sessiz zulmüyle… Peki ya onlarca yıldır bir karabasan gibi aydınlığı hapsetmeye çalışan karanlık?.. Peki ya yarasaların pususunda, geleceğimize hep zifiri pusular kuran karanlık?.. Ya da; zulmeden, dayatan, bağnazlığa sürükleyen karanlık?.. İşte onu dağıtmak da bizim elimizde… Yeter ki gözlerimizi açalım, yeter ki hep uyanık kalalım!..
Okurlara not; Ülke ne yazık ki zifiri bir sisin karanlığında… 10 Ocak 2014 tarihli bu yazıyı işte bu yüzden anımsattım…