Aydınlanma hareketi

 
Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Aydınlanma Hareketi   
(Bu sunum, Server Tanilli’ nin Strasbourg’da Türk Etütleri Enstitüsünde 1996 yılında emekli olması nedeniyle, “Server Tanilli`ye Saygı” olarak 25-26 Nisan 1997 tarihinde düzenlenen sempozyum tebliğlerinin yer aldığı, Server Tanilli tarafından Alkım Yayınevi aracılığı ile yayınlanan “Türkiye`de Aydınlanma Hareketi” isimli kitaptan Avukat Mustafa DUMAN tarafından derlenmiştir.
Samuel P. Huntington un “Medeniyetler Çatışması” isimli kitabından yapılan alıntılarla çalışma tamamlanmıştır.)
( Oya Baydar ın T24 haber portalında 26.11.2014 tarihinde yayınlanan “Aydın Kötücülüğümüzün Kaynağı” başlıklı yazısı aynen eklenerek, çalışma güncellenmiştir.)
Günümüz Türkiye`sine ışık tutması dileğiyle.
OSMANLIDAN TÜRKİYE YE AYDINLANMA HAREKETİ
(Server Tanilli – 25-26 Nisan 1997 Strasbourg Sempozyumu Server Tanilli ye Saygı)
 
Fransa’nın kültür tarihi içinde doğup gelişmiş bulunan bir kavram, II Mahmut a en geç III Selime kadar uzanan yaklaşık 210 yıllık bir süreç Aydınlanma hareketi.
Akla, bilime ve ilerlemeye inanmak; despotluğa, bilgisizliğe ve bağnazlığa karşı çıkmak; eski düzenin köhneleşmişliklerinin yerine değişen çağın dayattığı yeni fikir ve kurumları geçirmek, aydınların başta gelen kaygıları olmuştur.
Friedrich Engels, 18. Yüz yılda Fransa nın Aydınlanmacı Filozoflarının etkinliğini belirtirken şöyle der; “ Din, doğa anlayışı, toplum, devlet örgütü, her şey, en amansız bir eleştirinin hedefi oldu; her şey aklın mahkemesi önünde aklanmak zorunda kaldı, ya da mahkum oldu.”
Aklın mahkemesi, Osmanlıda da Türkiye Cumhuriyetinde de kuruldu. Aydınlanma Hareketi Osmanlı ve Türkiye nin kültür yaşamında da etkisini göstermiştir.
XIX yy ortalarındaki reformlardan(Tanzimat) başlayarak hızlanmış bir sosyal ve kültürel değişiklik, kavşak olay niteliğinde olaylar(Kırım savaşı, Rus-Türk savaşı, Jöntürk devrimi, Balkan savaşları, Birinci Dünya savaşı, Kurtuluş savaşı, Cumhuriyet döneminin kökten reformları vb.); modern Türkiye Cumhuriyetinin doğuşuna giden yoldur.
Prof.Dr. Ragıp EGE; “ Ülkemiz, emperyalizmin şamar oğlanına dönmüş bir imparatorluğun arkasından, bağımsız, demokratik ve laik bir kimlikle, dünya uluslarının saygın bir üyesi haline yeniden gelmişse, Cumhuriyet`e ve onu kuranlara borçludur bunu. Söz konusu kimlik ise, aslında “Aydınlanmacı” bir dünya görüşünün değerlerini taşır.” Demektedir.
Prof.Dr. Server TANİLLİ; “ Aydınlanmamızın geçmişe uzanan kaynakları ne olursa olsun, hareketin asıl ivmesini 1923 Devrimiyle kazandığı da bir gerçektir. Atilla İLHAN, pek isabetli bir tanıyla, söz konusu devrimin üzerine kurulu olduğu üç önemli eylemin altını çizer: “Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı”, “Padişaha karşı demokratik devrim”, “Toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü”.
Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti`ne Kuşaklar Olgusu  (François Georgeon)
 
Aynı kuşağa, bir öncekinden farklı bir bilince sahip yeni bir kuşağa ait olma olgusu Osmanlı İmparatorluğunda ilk kez, Jöntürk devriminden birkaç ay sonra 1908 de romancı Halid Ziya`nın “Nesl-i Ahir= Son Kuşak” adlı romanının yayımıyla başlar. Romanda aydın, yurtsever, bilinçli ve Jöntürk devrimiyle ayağa kalkıp kendi ülküsünü gerçekleştirmek isteyen bu yeni kuşağı sahneye çıkarıyordur yazar.
Kuşak olgusunun ikinci doğuşu, yine Jöntürk devriminden sonra 1908 yılında İstanbul da kurulan “ Nesl-i Cedid Kulübü = Yeni Kuşak Kulübü” ile olmuştur. Kulüp Jöntürk hareketinin en önemli isimlerinden Prens Sabahattin in yandaşlarınca kurulmuştu. Osmanlı imparatorluğunun ayakta kalması ve çağdaşlaşması için merkeziyetçi olmamayı ve özel girişimi savunuyordu.
1908 Jöntürk devrimi sıralarında, bir kuşağa ve genç bir kuşağa ait olma bilincine varılmıştır. Andre Burguiere; “ Yönetici çevreyi yenileyen büyük boyutlardaki her siyasi alt üst oluş, iktidardaki değişiklikleri ve böylece yükselen kuşağın başarısını hızlandırır.” Formülü burada hatırlanmalıdır.
Aynı kuşağa ait olma bilincinin mümkün olabilmesi için aynı yaştan belli sayıdaki bireylerin bir araya gelip tanışmaları ve aynı deneyimlerle aynı değerleri paylaşmaları gerekmektedir. Güçlü bir fikri topluluk duygusu  kazanma ve ortak bir tarihsel deneyimi yaşamaları mümkün olmalıdır.
Osmanlı İmparatorluğunda kuşak olgusu ilk kez Modern Okullarda, Tanzimat ın kurduğu İstanbul`un Yüksekokullarında oluşmaya başlamıştır. XIX yy son yıllarında aynı yaştan yüzlerce gencin aynı okullarda toplaştığı görülmüştür.
Osmanlı da geleneksel eğitim sistemi, yaşa bağlı dayanışmaların doğuşu için gerekli koşulları oluşturmamaktaydı. Medreseler, din okulları pek farklı yaştan öğrencileri çatılarının altına alıyor, aynı eğitimi farklı yaştan 15 ile 50 yaş aralığında kişilere verebiliyordu.
Bu öğrenciler, aynı fikri (Namık Kemal gibi aydınlanma çağı yazarları), aynı tutkuları yaşar, aynı şiirleri okur, aynı olaylara (Fransız devrimi) ilgi duyar, despotluğa karşı İmparatorluğu kurtarmak yolunda aynı siyasal mücadele ideali ile dolar ve taşarlardı.
Abdülhamit in otoriter rejimine karşı, Jöntürk hareketi işte böyle bir ortamda doğmuştur. Jöntürk hareketini başlatanlar askeri tıbbiye mektebi öğrencileridir, aynı yaşlarda insanlardır.
Oysa genç Osmanlılar hareketi, bir kuşak hareketi değildi, Namık Kemal 25 yaşında  Ziya Paşa ve Şinasi 40 lı yaşlarındaydı.
Kuşak olgusu, Jöntürk hareketinin gelişmesi; İttihat ve Terakki Komitesinin işleyişini, Kemalist sistemin yerleşmesini anlamak için esaslı bir olgudur.
Balkan savaşları artık genç kuşağı, eski yöneticilere karşı şüpheye düşürmüş ve yeniliğe açık hale getirmiştir. Geçmiş hiçbir çözüm sunmuyordu; geleceği ise, yaratmak gerekiyordu.
Yeni İnsanı Yaratmak (İlhan Selçuk)
 
Aydınlanma Çağının (18.yy) bir dizi yeni kavramlar yarattığı bir gerçektir: “Sanayileşme”, “Uluslaşma”, “Laiklik“, “Demokrasi”, “İnsan Hakları”.
Batı`da Aydınlanma Çağının insanı, her şeyi aklın mahkemesinde yargılayan bir yeni kimlik kazandı, yeni insan, uzun bir süreçte oluştu.
Immanuel Kant 1784 yılında “ Şimdi aydınlanmış, aydınlık bir dönemde mi yaşıyoruz?” sorusuna “ Hayır, aydınlanmakta olan bir dönemde yaşıyoruz.” Yanıtını vermiştir. Bugün de aynı yanıt geçerlidir, aydınlık dönemde değiliz, aydınlanma dönemi içindeyiz. Bu süreç hiç bitmeden devam edecektir.
Gutenberg matbaasında ilk kitabı 1450 de bastı, 279 yıl sonra Osmanlı da İbrahim Müteferrika ilk matbaayı 1729 da kurdu.
Avrupa, din felsefesinin ağır bastığı medrese öğretiminden aklın egemenliğine dayanan bilimsel öğretime 15. Yüzyılda yöneldi. Türkiye ise, medrese öğretimini 20. Yüzyılda Cumhuriyeti ilan edene kadar 500 yıl boyunca yapısında taşımıştır. Anadolu`da da yeni insan uzun bir süreçte olmuştur.
Osmanlı aydınları, 19. yy da Avrupa ile yakından tanıştı. Aydınlanmanın” Rönesans” ile “Reform” dan daha değişik bir niteliği vardı.
Rönesans ressamları kiliselerin tavanlarını süslüyor, Reform ise Papa ya başkaldırıyı simgeliyordu. Oysa “Aydınlanma Hareketi” kiliseye karşıydı, Hıristiyanlığa ters düşüyordu. Bu niteliği Aydınlanma Hareketini evrenselleştiren niteliklerden biriydi.
Osmanlı topraklarında yeni insanın oluşup beslenmesi için gerekli alt yapı yoktu. Avrupa ile tanışıp Jöntürkleşen Osmanlı aydınları, aydınlanma felsefesinden paylarını aldıkça, kendi yurtlarında dışlanacaklar, halkın gözünde “Con” diye anılacaklardı.
Tanzimat yenilikler getirmişti ancak, devlet düzeni, padişahlığın ve halifeliğin dinsel egemenliğinden kurtulamıyordu. Aydınlanmanın koşulları Osmanlı da yok gibi gözükse de, Avrupa da yaşanan aydınlanma hareketi yansımaları, İmparatorluğu oluşturan bütün etnik topluluklara yayılıyordu.
Osmanlı aydınları ikilemde kaldı; vatanlarına bağlılıklarını ilke edinirken, savundukları aydınlanma hareketi İmparatorluğu oluşturan uluslara milliyetçiliği tohumluyor, devletleri parçalanıyordu.
1923 Cumhuriyet in kuruluşu, milliyetçiliği ırkçılıktan ayırdı ve “Anadolucu” bir çerçeveye oturttu. Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı`yla Türkiye`nin, aydınlanma hareketinin eşiğini atlaması olanak kazanmıştır. Kurtuluş Savaşı, Anadolu aydınlanmasının önündeki engelleri kaldırmak için gerekli ortamı yaratmıştır.
 
Anadolu, Aydınlanma felsefesinin  “ laiklik, insan hakları, uluslaşma, demokrasi, sanayileşme” kavramlarıyla bağlantısını, dış düşmana ve emperyalizme karşı verilen ulusal savaş ile öğrenmeye başlamıştır. Ankara da kurulan ilk Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.” Diyerek ümmet bilincinden uzaklaşan yeni çözümü dile getirmiştir. Osmanlı aydınlarının Avrupa da benimsedikleri fikirlerin ülkede gerçekleşmesi için gerekli ortam oluşmuştur.
Avrupa da Kilise öğretisinin egemenliğine başkaldıran, sanayi burjuvazisine benzer sınıfsal taban Türkiye de yoktu; ama, Anadolu Müslümanlığının yapısında laik devletin dayanakları olabilecek, Tasavvuf, Alevi-Bektaşilik gibi hoşgörüyü savunan din felsefesi ve dünya görüşü vardı.
Batı da yüzyıllar süren Aydınlanmayı Türkiye de kısa bir zaman dilimine sığdırmak, tarım ülkesinde yeni insanı yaratmak, laikliği güvence altına almak anlamını taşıyordu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Milli Eğitim Bakanlığı eliyle Aydınlanmanın felsefe ve edebiyattaki büyük yapıtlarını Türkçeye çevirtirken, bir yandan da bankalar, fabrikalar açmaya, Avrupa benzeri sermaye birikimi yaratmaya başlamıştı.
XX. Yüzyıl Türkiye`sinde Edebi Ve Kültürel Yenileşme Paris te Bulunma Olgusu (Timour Muhidine)
 
Osmanlı döneminde de yeni Türkiye Cumhuriyetinde de yaşamış şairler, Paris de eğitimlerinden sonra vatanlarına dönmüşlerdir. Batı ile Türk değerleri uzlaşmasından yeni bir kültür kurma sürecine öncülük etmişlerdir.
Yahya Kemal Beyatlı; “ Ben Paris e alafranga geldim, alaturka döndüm.”
Sabahattin Eyüpoğlu; “ Frenkten Türk e dönüş, yani Frenk dünya görüşü ile Türk kıymetlerini anlayış yeni sanat ve fikir hayatımızın bütün cephelerinde tahakkuk edecektir.”
Aydınlanma Hareketinde Bektaşiliğin ve Masonluğun Rolü (İrene Melikoff)
 
Öncü ve ilerici bir hareket rolünü oynamış olan Bektaşilik, Osmanlı İmparatorluğunun değişme ve Batılılaşmasına katkıda bulunan büyük reformlar hareketine de katılmışlardır. Yasaklanıp kovuşturulan Bektaşilerle bu ilerici hareketler arasında Masonluk bir bağ hizmeti görmüştür çoğu kez.
Bektaşiler, Moğol istilasından kaçan, Hacı Bektaş Veli yi izleyen göçmenlerdi. Osmanlılarla aynı sosyal ortamın insanlarıydılar, Osmanlılar da doğudan gelen göçmenlerin bağrından çıkmışlardı. Bektaşilerle Osmanlı ilişkileri iyi gitti, Osmanlı Sultanları, Yeniçerileri, yani evlerinden alınıp Müslüman dinine göre yetiştirilen Hıristiyan çocuklarından oluşturulan yeni orduyu, Bektaşi dervişlerinin ulusu Hacı Bektaş Veli`ye bağladılar.
Bektaşiler, hoşgörülü ve dinler üstü bir tarikattılar. Dışarıdan gelen bütün etkilere açık, bağdaştırmacı bir tarikattı aynı zamanda. Trakya ve Balkanlara yerleşen Bektaşiler, tam bir uzlaşma içerisinde yaşadıkları halklarla kaynaşıp gittiler.
Osmanlı Sultanları, Avrupa ülkeleri üzerindeki egemenliklerini sağladıktan sonra, resmi dine, devlet dini haline gelmiş olan Sunni İslama dayanarak, Bektaşileri zapturapta aldılar. Bektaşilerde kendilerine hasım hale gelmiş bir yönetime karşı, din konusunda uydumcu olmayan bir tavır takındılar, sonra ruhban düşmanı oldular. Çok geçmeden Bektaşiler, tanrı tanımazlıkla suçlandılar.
Yeniçeri ocağının kapatılmasının ardından 1826 yılında, Yeniçeri Ocağı ile sıkı ilişkileri nedeniyle, Bektaşi Tarikatıda ortadan kaldırıldı. Böylece, 1826 yılından başlayarak, Bektaşiler yasadışı olup gizlice etkinlikte bulunma zorunda kaldı.
Bundan sonra Bektaşiler, daha politik hal aldılar, reformlara gidilmesini savunan ilerici çevrelere yaklaşarak ilerici olacaklardı; Genç Osmanlılarla ve Jöntürklerle işbirliği yapacaklardı.
Bektaşilerin dinler üstü ve ruhban karşıtı tavrı, yeni yönetimin, Sultan Abdülmecit yönetiminin (1839-1861) eğilimlerine uygundu. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, 3 Kasım 1839 da İstanbul Gülhane de “Tanzimat Fermanı” nı okuduğunda Bektaşilerin tavrı da belirginleşti.
Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, Paris te altı kez elçilik yapmış, İngiliz Elçisi Lord Stratford Canning in samimi dostudur. Bu dostluk, her ikisi için İngiltere de Masonluğa girdikleri günden başlıyordu.
Masonluk, Türkiye de Lale Devrinden yani İngiltere de ortaya çıkışından hemen sonraya rastlayan tarihten beri biliniyordu. İngiltere Büyük Locasının ilk üstadı azamlarından Lord Montagu, İngiliz masonluğunun kuruluşunda büyük bir rol oynamıştı, Lord Montagu 1716-1718 yıllarında İngiltere nin Babıali nezdinde elçisi olmuştu.
Osmanlı imparatorluğunda ilk localar yabancı eğilimliydi. İlk loca İstanbul da Damat İbrahim Paşa`nın Sadrazamlığı döneminde, Galata da bugün Perşembe Pazarı denen yerde kurulmuştur. Masonluk Osmanlı da 1748 de yasaklandı ise de, III. Selim `in saltanatı döneminde ( 1787-1807) yeniden ortaya çıktı ve yaygınlaştı. Özellikle Kırım Savaşı döneminde (1854-1856) Masonluğun etkisi artmıştır. İngiliz ve Fransız locaları artmış, iki devletin rekabeti için bir arena olup çıkmıştır.
Yeniçerilerin ortadan kaldırılışı ile yasaklanan, horlanan Bektaşiler, Masonluğa yaklaşmışlar; hoşgörü sahibi, uydumculuğa karşı ve dinler üstü bir anlayışta kişiler olarak bilindiklerinden, Masonlar arasında bir destek bulmuşlardır.
Mensupları, aydın ve liberal seçkinler arasından gelen Bektaşiler, 19. Yüz yılda Osmanlı İmparatorluğunda, Masonluğun Avrupa Reform Hareketinde oynadığı role benzer bir rol oynamışlardır. Yeniden örgütlenen Bektaşi Tarikatı, Jöntürk örgütleri için bir sığınak bir destek olmuştur. 1867-1869 yılları arasında Müslümanların daha çok masonluğa girdikleri görülür. Aynı yıllarda Bektaşilerin de de Mason localarına girmiş olmaları olasıdır.
Locaların üyeleri arasında, siyasal kişilikler, din adamları, diplomatlar, şairler, edebiyat mensupları bulunuyordu. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, geleceğin V. Murat ı şehzade Murad.  Genç Osmanlılar hareketinin yaratıcılarından Namık Kemal, hem Bektaşi hem Mason olan ünlü kişiler arasındadır. Bektaşi Babası, yüksek dereceden mason ve ünlü bir Jöntürk Talat Paşa.
Namık Kemal, Osmanlı Vatanına derinden derine bağlı durumdaydı; bu vatan, Tanzimat Fermanının önerdiği ülküye bağlı, soy ve din farkı gözetmeksizin, imparatorluğun bütün uyruklarına açık, liberal bir Osmanlı vatanı idi.
Namık Kemal, Bektaşilerin savundukları hoşgörü anlayışı, dinler üstü oluş, ilerleme, ruhban karşıtlığı ülküsünü izliyordu. Bektaşilerin ilerleme yandaşı ve ruhbana karşı oluşları nedeniyle Atatürk, Türkiye de laik bir devletin kuruluşu yolundaki çabalarını sürdürürken, Bektaşilerin desteğini aramıştır.
Osmanlı ve Türkiye Aydınlanmasının Kadına Bakışı (Şirin Tekeli)
Osmanlı da modernleşmenin öncü kurumları büyük modern okullardı ve bu süreç Batılılaşmış yeni seçkinler yarattı. 19. Yy ortasından itibaren, yeni Osmanlı seçkinleri arasında kadınların toplumdaki yerinin nasıl olması gerektiği konusunda canlı tartışmalar başladı.
Batıda eğitim görmüş, sürgün yaşamış aydınlara göre, Batı ya göre gerilemekte olduğunu düşündükleri kendi toplumlarının en büyük hastalıklardan birisi; kadınların toplum hayatından tecrit edilmesi ve eğitimsiz bırakılmasıydı. (Namık Kemal – Kadınların Eğitimi konulu risale. Şinasi – Şair evlenmesi. Şemseddin Sami – Kadın)
Güçlerini dine ve kurumlarına bağlılıklarından alan gelenekçilerin tüm muhalefetine rağmen, modernleşme yanlılarının düşünceleri az çok başarılı biçimde uygulamaya konuldu. Kadınlar için meslek okulları, 1870 ten itibaren kız çocuklarının ilk ve orta öğrenim kurumlarına kabulü, 19 yy sonlarında faaliyete geçen Amerikan Kız Koleji ve Dame de Sion gibi misyoner okullarında eğitim gören kadınlar (Halide Edip Adıvar).
1870 den sonra Osmanlı da ilk Feminist hareketler başladı, ilk kadın dergisi Muhadderat 1869 da yayınlandı, onu 40 kadar Osmanlı kadın dergisi izledi. Dergilerin yazarları, özgürlük istiyor, çok eşliliği reddediyor, eşitlikçi ilişkiler talep ediyor, eğitim ve ücretli işle bağımsızlıklarını kazanmayı hedefliyor, insan aklına güvenlerini dile getiriyorlardı.
Fransız devriminin ünlü “kardeşlik”  ilkesini, Osmanlı kadınları “kız kardeşlik” olarak yorumluyorlardı.
Kadın dernekleri kuruluyor, liderleri en az bir yabancı dil biliyor, dünya yayınlarını takip ediyorlardı, diğer ülkelerdeki kadınlarla dayanışma içindeydiler. 1903 yılında International Alliance of Women ın, Washington da düzenlediği uluslararası toplantıya bir Osmanlı kadını da katılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal edilen Osmanlı da Kadınlar ilk defa kürsüye çıkıyor, politik mesajlar veriyordu. Milli Mücadeleye destek veren İstanbul daki elli örgütten on altısı kadın örgütleriydi.
İstanbul Üniversitesi kız öğrencilere kapısını ilk kez 1914 te açtı.
Kurtuluş savaşından sonra ilk siyasi parti kurma talebi kadınlardan geldi, Kadınlar Halk Fırkasını kurmak için Ankara ya başvurdular. Ancak o tarihlerde yurttaş sayılmadıklarından talepleri reddedildi. Türk Kadınlar Birliği adı altında dernek kurmaları tavsiye edildi ve kuruldu.
Osmanlı da hem feminist hem de savaşta Atatürk ün yanında yer alan kadınlar, yeni dönemde politik arenadan tasfiye oldular. Halide Edip sürgüne gitti, Fatma Aliye Hanım tamamen sustu, Nezihe Muhiddin gibi birkaç milliyetçi feministte yenik düştü.
İstanbul da Dünya Feminist Kongresi nin Nisan 1935 de toplanmasından birkaç hafta sonra Türk Kadınlar Birliği kapatılmış, hayli uzun ve başarılı bir geçmişi olan kadın hareketi tarihe gömülmüştür.
1934 yılında seçme ve seçilme hakkı tanındıktan sonra, “Türk kadını erkekle eşit hakka sahip olmuştur, birliğin devamına gerek kalmamıştır” açıklaması yapılmış ve Birlik kapatılmıştır.
1970 li yıllarda Kadın hareketleri, kadınların ezilmelerini burjuvazinin sınıfsal sömürüsüne bağladılar.
Kadınlar, 1990 lı yılların ortalarında hızla yükselen kökten dinci akımların başarısı halinde ilk kurbanların kendileri olacağını biliyordu.
Türkiye Aydınlanması ve Köy Enstitüleri (Fakir Baykurt)
Kurtuluş savaşı sürerken cephede askerlerle, cephe gerisinde köylülerle konuşan komutanlar, bir de “iç düşman “ bulunduğundan ve ona karşı da savaş açılacağından söz etmişlerdir. Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan reformların çoğu bu amaçladır. Öğretim birliği yasası kabul edilmiş, “İç Düşman” ın okuma yazma bilmezlik olduğu belirtilmiştir.
1930 da Halk Okuma Odaları, şehirlerde Halkevleri, köylerde Halkodaları ile okuma yazma seferberliği başlatıldı. Esas yenilmesi gereken iç düşman köylerdeydi, köy koşullarına uygun öğretmenler yetiştirilmeliydi. 1937 de Eğitmen Kursları açıldı, Eğitmenler öğretmeni olmayan köylere gidip çocukları üçüncü sınıfa kadar okuttu.
Bilgili olmak; düşünebilmenin, bilinçlenmenin, soru sormanın, eleştiri yapabilmenin, tartışabilmenin, hak isteyebilmenin ilk adımı sayılıyor.
17 Nisan 1940 tarihli 3803 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kuruldu. Tarıma elverişli toprağı bulunan köylerde açılacak ve sadece öğretmen değil, köye yarayışlı öbür meslek insanlarını da yetiştirecekti. Toprağı işleyerek yetiştirdiğin ürünü yiyeceksin. Yaptığın yapının içinde çalışacak, uyuyacaksın. İçeceğin suyu, aydınlanacağın elektriği üreteceksin. Giyeceğini dikeceksin. Fırını, mutfağı, kitaplığı işletecek ve sadece kendini değil, çevreyi temizleyeceksin. Ezbercilik yok, öğrendiğini uygulayacaksın.
Köy Enstitülerinde, bir yandan çağdaş ve klasik dünya kültürüne, bir yandan Türkiye nin halk kültürüne önem verilirdi. 1946 seçimlerinden sonra Köy Enstitüleri baltalanmasa ve 1950 seçimlerinden sonra kapatılmasa, Türkiye de Aydınlanma konusunda dünyaya örnek olacaktı.
 
Türk Sistemi Siyasal İslam Karşısında (Bülent Tanör)
Türkiye de Aydınlanma Hareketi, “Cumhuriyet Devrimi” ve “Karşı Devrim “ gelgitlerinde yaşanıyor.
 “Din karşısında Kemalist stratejinin mantığı üç unsurda kendini belli eder; Devleti laikleştirmek, toplumu dünyasallaştırmak ve devletin dinsel alanı denetlemesini sağlamak. Dolayısıyla, bu stratejinin esası dini bireysel inanç düzeyine indirmeye dayalıydı.
Kuşkusuz çağdaşlaştırma ve laikleştirme yöntemleri otoriterdi. Ancak, bin yıllık “hasmın” kullanageldiği yöntemlerde daha az otoriter değildi.
1946 dan sonra İslam, önceki on yıllarda yitirdiği alanları yeniden kazanmaya koyuldu. Günümüzde bu süreç daha da hızlanmış bulunmaktadır…
Ben şahsen bunlardan “laikliğe ihanet” deyimiyle değil de, “normalleşme” ya da ”liberalleşme” terimleriyle söz etmeyi yeğlerim.”
 
Modern İslamcılarda Bilim İle Aklın Sorgulanması (Ragıp Ege)
Batıya açılmayı, Batı düşününün evrenselliğine ulaşmayı amaçlayan Cumhuriyetçiler, eski tür Batı değerlerini reddeden islam aydınlarını bağnazlıkla, gericilikle suçlarlardı. Günümüzde durum tersine çevrildi. Artık, bağnazlıkla, buyuruculukla, hoşgörüden, ötekine saygıdan yoksunlukla suçlanan Cumhuriyetçilerdir. Özgür düşünce adına, çoğulculuk adına suçlamaları yapanlarsa modern İslamcılardır.
Modern İslamcıların güttükleri amaç, dine, dolayısıyla İslama yeniden saygınlık kazandırmak; evrende kutsalı yeniden egemen kılmak…
Evrenin yeniden kutsallaştırılması işlemi, ilk adımda, Aydınlanmacıların geliştirdikleri akıl kavramının, dolayısı ile bilim kavramının gözden düşürülmesini, bu kavramların saygınlıklarını yitirmelerini gerektirir…
Çaba, “bilimin alanı bilime, dinin alanı dine” ilkesini benimsetmektir. Modern İslamcılara göre; “ Bilim dünyaya kendi yorumunu getirir, din de kendi yorumunu. Bilimin öteki bilgi çeşitlerini değerlendirmeye, yargılamaya hakkı yoktur. Farklı yorumlara doğru/yanlış karşıtlığıyla yaklaşmak antidemokratik, hoşgörüsüz, baskıcı bir tutum takınmak olur…”
Modern İslamcılar, bilim ve aklı gözden düşürme işleminde postmodernizmi yardımlarına çağırarak uyguladıkları “senin inancın sana, benim inancım bana” stratejisini hem inceltiyor hem etkinleştiriyorlar…
Bu strateji ile Batının eleştiri etkinliğinin mantıksal ürünü olan postmodernizmi kullanarak, 13. Yüzyıldan buyana özeleştiri akımı gelişmemiş toplumun kapanıklığını, donukluğunu, hareketsizliğini sürdürmeyi, toplumu daha katı kutsallaştırmayı sağlayabiliyorlar.
 
 
Kemalizmin Rolü ve Tarihsel Mirası Nedir? (Semih Vaner)
 
Kemalizm, yabancı işgalciye karşı verilen mücadelede İslamdan yararlanırken, Cumhuriyetçi devletin kuruluşunda dinin kendisine bir yer edinmesini engellemek istedi. Bu akım, özellikle kültürel alanlarda yıkıntılara yol açtı, toplumun geçmişiyle bağlarını kopardı, karışıklık ve kimlik bunalımını daha belirgin hale getirdi.
Cezayir de, İran da, Afganistan da  görülen “Otoriter yenileşme“; toplumun iki zümresini bir birinin karşısına diken tehlikeli çıkmazdır. Yenileşmeyi sadece Batılılaşmada görür, kitlelerden kopmuştur, geri diye baktığı toplumun dindar tabakalarını sürgit sultası altında tutacak bir iktidar düşünü kafasında besler durur, bir diyaloğu aramaz, uzlaşmayı ise hiç düşünmez. İran Devrimi, Humeyni nin ortaya çıkışı, Cezayir de FİS in ortaya çıkışı, bu tip “Otoriter Yenileşme” biçimine sert birer yanıttır.
Türkiye de İkinci Cumhuriyet denilen görüşün yandaşlarının, çoğu kez kötüye kullanıp ileri sürdükleri gibi, Kemalizmi, otoriter bir eğilimden ibaret görmek de mümkün değildir. Kemalizm, yüzünü batıya, aydınlanma felsefesine çevirmiş bir ideoloji olarak, tek partili rejimden vazgeçerek çok partili  rejime de geçiş yapmıştır.
Bir ulusal ekonominin yaratılması, bağımsız Cumhuriyetin kurulması, reformlar, Lozan Anlaşması ile sınırların güvencesini sağlamak, Kemalizmin gerçekleştirdikleridir. Türkiye yi, Cezayir, İran, Afganistan dan ayıran özelliklerden bir kaçı bunlardır.
Tüm bunlara rağmen, yeni demokratik açılımlara gereksinme vardır.
Türkiye de Burjuvazinin Oluşumu ve Aydınlanma (Demir Özlü)
Osmanlı, Asya üretim biçimine uyan; özgür köylüler, vergi toplama yetkisi olan memurlar, büyük ölçüde merkezileşmiş despotik devlet yapısına sahipti. Asya aşiret düzeninden gelen, askeri bir toplum olan Osmanlılığın, üretimin nicelik ve niteliği ile pek de ilgili olmadığı görülmektedir. Devlet ekonomik görevler yüklenmemiştir, onu ilgilendiren sadece yönetimdi.
Dünya 1846 ile 1879 arasında aşırı bir serbest ticaret dönemi yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa siyasi sistemine, 18.yy dan başlayarak girmeye başlamıştır. İçinde köylü, bürokrasi ve tacir sınıfını barındırıyordu. Zenginlik, biriktirim biçimindeydi, üretime dönüştürülmüyordu, bu nedenle Modern bir burjuva sınıf yoktu.
Osmanlı, 1838 de İngiliz ticaret anlaşması ile kapitalizmle bütünleşme dönemine girmiştir. Bu anlaşma rekabet gücü olmayan Osmanlı tüccarlarını zor durumda bıraktı, toplumsal çözülme ve işsizliğin koşullarını hazırladı.
Batı Avrupa ülkelerinde ulusal burjuvazi, ortaçağdan itibaren doğmuş ve Fransız ihtilali yoluyla dünyaya yayılan Aydınlanma fikirlerinin taşıyıcısı olmuştur. Osmanlı toplumsal yapısı, bu sınıfı yaratmaya elverişli olmamıştır. Osmanlı 19.yy ortalarına kadar da Avrupa da oluşan düşünce dünyasına kapalı kalmıştır.
Osmanlı da modern burjuvazi 19.yy da doğmuş olsaydı ulusal ekonomi güçlü olabilecek, refahı yaygınlaştırabilecekti. Düşünsel yaşamın da, siyasi fikirlerin de, olgunlaşmasına yol açabilecek, geniş bir hoşgörü ortamında etnik topluluklar arası uzlaşma ve eşitlik, yani özgürlük, eşitlik, kardeşlik ideallerini toplumsal idealler haline dönüştürebilecekti.
Türkiye toplumunda Burjuvazi ile işçi sınıfı gibi modern sınıfların, Batı toplumları paralelinde gelişmemiş olması, Asya üretim biçiminin varlığı ile yönetimde Doğu Despotizmini simgeleyen devletin kutsallaştırılması olgusu sonucu; “ Türkiye nin daha kuruluşunda, devlet, toplumun gidişatına göre biçimlenecek yerde, tersine toplum devletin elinde yoğrulmuş, toplumsal sınıflaşmayı, siyasal gerekler bu sayede biçimlendirebilmiştir.”
1920 li yıllara gelindiğinde, Hıristiyan burjuvazilerinin de tasfiyesi sonucu, Türkiye nin bugünkü toprakları üzerinde burjuva sınıfı gene yoktu.
1929 dünya ekonomik bunalımıyla karşılaşan genç cumhuriyet, devletçiliğe yöneldi. Bu politika, ticaret kapitalizmine kapıları kapatmıyordu, zorunlu olarak milliyetçi bir politikaydı. Bu politika, ülkenin kendisini korumasını sağlamıştır.
Devletçilik döneminin olumsuz yanları; artan otoritarizm ve köylülerin ürünleri karşılığı aldıkları payda azalma. İleriki dönemde köylüler, liberalizm vadeden partilere yakınlık duyacaklardır.
II. Meşrutiyet döneminin, siyasal alandaki en büyük başarısızlığı, çok partili bir demokratik parlamentarizm kuramamış olmasıdır. Bunu Cumhuriyet rejimi gerçekleştirebilmeliydi, 1. TBMM oluşan muhalefetin Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası olarak var olmasına izin verebilmeliydi. 1908 de siyasal liberalizmi savunmuş olanlar ülkeden dışlanmamalıydı.
Türkiye, bugünde genç burjuva parlamentarizmini yaşamıyor. 1983 den sonra ortaya çıkan sözde liberal politikalar, kaçakçılığın yasallaştığı, sadece kayıt dışı ekonominin değil, gangster ekonominin de büyüdüğü bir dönemdir. Sanayilerin taşra temsilcileri, bayilik kurumunun yarattığı esnaf- tüccar sınıfı, Türkiye nin en aktif sınıfıdır. Fakat ne gelenekle, ne kültürle, ne de her hangi bir toplum tasarımıyla ilgisi yoktur. Köksüz, sorumsuz, kültürsüz, topluma yaratıcı katkısı olmayan bir sınıftır bu.
İşte bu tarihsel gelişme içinde, burjuvazi, Türkiye toplumuna Aydınlanmacı bir kültürel boyut verememiştir. Bu nedenle, Aydınlanma evrimi yarım kalmış, sadece Aydınlarca taşınmış, bugün de ilkel bir geriye dönüş tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır ülke.
Yönetim biçimini kendiliğinden laikleştiren, bir burjuvazi oluşumu gerçekleşmiş değildir. Bu yüzden, Aydınlanma misyonunu, bu hantal, kaygan toplum karşısında YENİ OSMANLILAR, JÖNTÜRK AYDINLAR, II. MEŞRUTİYET ENTELİGENTSİASI ve CUMHURİYETÇİLER üstlenmişlerdir.
Şerif Mardin in “Yeni Osmanlı Düşüncelerinin Doğuşu” adlı çalışmasının sonuç bölümünde şu düşünceler dikkat çekicidir:
“ Günümüz Türkiye`sindeki, Yeni Osmanlıların Türkiye Cumhuriyetinin doğrudan entelektüel ataları olduğu yönündeki hakim izlenim, kısmen doğru temellere dayanır ve Namık Kemal`i Atatürk`ün entelektüel kılavuzu olarak zikretmek, bütünüyle yanlış olmayan bir görüştür.”
 
Modernleş( e )meden Küreselleşmek (Ahmet Oktay)
 
1980 den itibaren kapitalist dünya sisteminde yaşanan ve tüm ülkeleri etkileyen küreselleşme ya da globalizasyon ile post modernleşme süreçleri; 24 Ocak kararlarıyla Pazar ekonomisi yönünde açık tercihte bulunularak, sosyal devlet anlayışını terk eden Türkiye de öngörülmemiş siyasal ve kültürel dönüşümlere yol açtı.
Bireycilik egemen konuma gelmiş, sömürü ve toplumsal adaletsizliklerin ürettiği sistem karşıtı hareketlerin, İslamcı ideoloji çevresinde bütünleşmesi gözlemlenmiştir.
Türk Aydınlanması, ne yazık ki, doğumunu sezaryen ameliyatına borçludur. Tanzimat ve Cumhuriyet, siyasal kurum açısından toplumsal ve sivil yaşama birer müdahaledir. Fransız ve Rus devrimlerindeki gibi bir kitle tabanına asla sahip olamamıştır. Kurtuluş savaşı çerçevesinde toplumsal dayanışma görülmüş olmasına rağmen, savaş sonrası Kemalist Devrim çerçevesinde aynı toplumsal dayanışma gözlemlenememektedir. İlk şaşkınlık çok partili yaşama geçiş yıllarında meydana gelmiştir.
12 Eylül Askeri Darbesi, Özla`ın Thacher/Regan politikaları, küreselleşme süreci ideologları Hayek ve Huntington ın ideolojileri doğrultusundaki tercihleri sonucu; Türkiye nin mali/sınai burjuvazisi için, artık kendisinin kar alanı sınırlanmadığı sürece, laik ve demokratik düzen fazla bir yaşamsal önem taşımıyor.
Özalist dönem; metropollerde, türedi zenginler yarattı, gecekondulaşmaya terk edilen arazilerin rantları, gecekondu burjuvazileri, işçi burjuvazileri yarattı.
Bu dönemde; cemaat olgusuna yaslanan kuramlar, farklılığı savunmak adına dinci açılımlara gereğinden fazla hoşgörü, ya da aşırı fanatik bir irtica, yobaz söylemleri öne çıkıyor.
Notlarım (Mustafa DUMAN)
 
Çalışmanın konusunu oluşturan tebliğlerin yapıldığı 1997 yılı ve bugüne kadar ki süreçte dünya da çok büyük değişimler yaşandı.
28 Şubat 1997 Kararları, bugün post modern darbe olarak anılıyor ve yargılanıyor.
1996 yılında ilk baskısı yapılan Samuel Huntington un “ Medeniyetler Çatışması” kitabı yayınlandı. Türkiye ile ilgili çok ilginç öngörüler var.
“Medeniyet temelli, çekerdik devlet etrafında devletlerden oluşan gruplaşmalar. Kabul edilmiş bir çekirdek devletten yoksun olan İslam, kendi ortak bilincini yoğunlaştırmaya devam etse de, şimdiye kadar ancak güdük bir ortak siyasal yapı geliştirebildi.(s.225)
Medeniyetler kendi çekirdek devletlerinden yoksun olduklarında medeniyetlerin içerisinde düzen sağlama sorunları ya da müzakere girişimleri daha da zorlaşır.(s.227)
Türkiye, Atatürk ün mirasını bilinçli bir şekilde reddedip kendisini İslamın bir lideri olarak yeniden tanımlamaya kalkışmadığı sürece büyük bir olasılıkla bir NATO üyesi olarak kalacak gibi görünüyor. (s.237)
Modern Batı da siyasal bağlılığın doruğu “ulus devlettir”. İslamın bağlılık hiyerarşisi, aile, klan ve kabile, ümmet, din ve imparatorluk temel bağlılık noktası olarak kaldı. (s.257)
 Osmanlı Türkleri, Orta Doğuyu baştan başa silip süpürdü, 1453 de İstanbul u ele geçirdi ve 1517 de yeni bir halifelik kurdu. Aynı tarihlerde Türki halklar Hindistan ı işgal etti ve Moğol İmparatorluğunu kurdu. Batının tırmanışa geçmesi hem Osmanlı hem de Moğol İmparatorluklarını zayıflattı ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı İslamı çekirdek bir devletten yoksun bıraktı. (s.261)
Kenetlenme içermeyen bilinçlilik İslamın zayıflığının bir kaynağı olduğu gibi, öbür medeniyetlere yönelik bir tehdidin de kaynağıdır.(s.261)
Türkiye, İslamın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Atatürk ün Türkiye yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türkiye Cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı İmparatorluğundan devralmasını önlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü  OIC in kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye, kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.(s.263)
Türkiye, kendisine yabancı olduğu gerekçesiyle laikliği kaldırıp, kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir…. İslama liderlik edebilmek için Atatürk ün mirasını, Rusya nın Lenin in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle, Atatürk kalibresinde bir lideri, siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir.(s.264)”
12 Haziran 2001 de Türkiye de genel seçimlerde Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan olan AKP iktidar oldu ve halen üçüncü döneminde de iktidar partisi olarak devam etmektedir.
11 Eylül 2001 de Amerika – New York ta ikiz kuleler iki uçağın çarpması sonucu çöktü. Yeniden Haçlı seferleri konuşulur oldu. Afganistan, Irak işgal edildi.
Büyük Orta Doğu projesi,  Arap Ülkelerinde iktidar değişimlerinin yaşandığı Arap Baharı, Ülkemizde yaşanan değişimler.
Hükümet – Cemaat çatışması, Ergenekon, Balyoz davaları.
Recep Tayyip Erdoğan, seçmenin yüzde 32`sinin oyu ile Cumhurbaşkanı seçildi.
Andre Burguiere yi bir kez daha analım; “ Yönetici çevreyi yenileyen büyük boyutlardaki her siyasi alt üst oluş, iktidardaki değişiklikleri ve böylece yükselen kuşağın başarısını hızlandırır.”
Bu yaşananların, Dünya da ve Türkiye deki aydınlanma hareketine katkısı ilerleyen yıllarda mutlaka aklın mahkemesi önünde inceleme konusu olacaktır.
Immanuel Kant`ın 1784 yılında sorduğu ve cevapladığı soruyu bir kez daha soralım; “ Şimdi aydınlanmış, aydınlık bir dönemde mi yaşıyoruz?” sorusuna “ Hayır, aydınlanmakta olan bir dönemde yaşıyoruz.” Yanıtını vermiştir. Bugün de aynı yanıt geçerlidir, aydınlık dönemde değiliz, aydınlanma dönemi içindeyiz.
 
Oya BAYDAR – T24   26.11.2014
 
(http://t24.com.tr/yazarlar/oya-baydar/aydin-kotucullugumuzun-kaynagi,10682 )
 
Aydın Kötücüllüğümüzün Kaynağı
 
Özellikle genç kuşaktan, hem sayısal hem de nitel üstünlükleri tartışılamayacak aydınları; bizim kuşaktan da ister Batıcı laik, ister muhafazakâr gerçek aydınları tenzih ederek söyleyeyim: Geleneksel Türk aydınının kötücül bir yanı var. Bunu ilk kez, Orhan Pamuk edebiyat Nobeli aldığında bir “entel bar”da toplanan ünlü yazar, çizer, sanatçı aydınlarımız Pamuk’u ağır ifadelerle eleştiren, kınayan, suçlayan 60-70 imzalı bir bildiri yayınladıklarında düşünmüştüm. Bildiriye imza koyanlar arasında sevip saydığım değerli sanatçılar, yazarlar, arkadaşlarım vardı. Üzülmüştüm, onlar adına utanmıştım,  karışık duygular içinde kalmıştım.
Yazmak boynumun borcudur: Türkiye’den, Nobel’in tartışmasız adayı Yaşar Kemal Orhan Pamuk’u ilk kutlayanlar arasında yer almış, birilerinin provokasyon sorularını bu ödülü Pamuk’un hak ettiğini kesin şekilde söyleyerek karşılamış, mükemmel bir aydın kimliği sergilemişti.
Yıllar boyunca Türkçe’nin bir yazarının almasını  özlediğimiz, belki hak ettiğinden fazla önemsediğimiz Nobel ödülünü  kazanan Pamuk’un suçu neydi böyle bir protestoya maruz kalmak için? Kendisiyle yapılan bir söyleşide, tarihimizin hâlâ hesaplaşamadığımız bazı karanlık sayfalarına değinmiş, Kürt savaşında ve 1915 Ermeni soykırımında yitirilen canlardan söz etmişti. Resmî ideolojiye eleştirel baktığı, devlete asker yazılmadığı da biliniyordu. Sonradan, bazıları  Ergenekon davalarında da yargılanan görevli tetikçilerin (ki çoğuna aydın sıfatı yakıştırılırdı) Ermeni meselesi, Kürt meselesi üzerinden provokasyonlar örgütledikleri; Hrant Dink’in katledilmesine, darbe-müdahale hazırlıklarına, ulusalcılık kavramı altına gizlenen nefret dilinin yaygınlaşmasına doğru giden günlerdi. Resmî ideolojinin ezberlerini irdeleyen, tartışan, farklı düşünenler, Türk İntikam Tugayı veya benzer adlar altındaki Gladyo yapılarından ölüm tehditleri alıyor; Agos gazetesine açılmış davalarda yargılananlar mahkeme salonunun içinde bile Kerinçsiz’lerin Küçük’lerin saldırganlığına maruz kalıyor, mahkemenin önünde de ellerinde genel olarak Ermenilere, özel olarak da “hain” diye yaftalanan yazarlara, aydınlara hakaretler içeren pankartlar taşıyan gruplar tezahürat yapıyorlardı. Aralarında tanıdığım aydınları(!) görünce şaşırmıştım.
Bunları hatırlamamın, geleneksel aydınların kötücüllüğünün, yıkıcılığının nedenleri üzerinde yeniden düşünmemin ve bu yazıyı yazmamın nedeni: giderek derinleşen toplumsal çatışma ve cepheleşmeye eşlik eden nefret ve husumet söyleminin son zamanlarda özellikle aydın sayılan kesimlerden gelmesi; cepheleşme ve düşmanlaşmanın geleneksel aydınlar tarafından kışkırtılması… İhanet gibi ağır bir sözcüğü/ ithamı bu sözcüğü kullanma birincisi Tayyip Erdoğan ile yarışırcasına, kendileri gibi düşünmeyen, kendileriyle aynı siyasî görüşü, aynı ideolojik hattı savunmayan herkese karşı kullanmaktan, başkalarını karalamaktan, yok etmeye çalışmaktan çekinmeyen “aydın”ın kötücüllüğünün temeli nedir? Birkaç kişiyle sınırlı kalsa psikolojik nedenlere, zaaflara, kişilik bozukluklarına bağlayabileceğimiz bu kötücül ve yıkıcı ruh hali, toplumumuzun genelinde ama özellikle aydın denilen kesimlerde öylesine yaygın ki, daha derin irdelenmeyi hak ediyor.
Türkiye’nin aydın sorunu  
 
Türkiye’nin, üzerinde epeyce yazılıp çizilmiş bir aydın sorunu öteden beri vardır.“Aydın” sözcüğünü Batı’daki “entelektüel” anlamında değil bizde kazandığı geniş, harcıalem anlamda kullanıyorum. Bu çerçevede, aydın sıfatını hem kendimize, hem de birilerine bol keseden yakıştırırız. Akıl, muhakeme, idrak anlamları taşıyan “entelekt” kökünden türemiş entelektüel sıfatı, daha üst düzey bir zihin faaliyeti olan bilgilerini, doğrularını muhakeme etme, sorgulama, didikleme, eleştirme, yeni fikirlere cesaret etme anlamlarını içerir. Tam da bu yüzden, “entel” kısaltması bizzat aydınlarımız ve gerçek aydınlardan hoşlanmayan halk dalkavuğu siyasiler tarafından kendileri gibi düşünmeyenler için aşağılayıcı bir terim olarak kullanılır.
Ülkemizde gerek muhafazakâr gerekse cumhuriyetçi laik kesimde gerçek aydınlar, değerli entelektüeller olduğu bir gerçek. Bunlar çoğunlukla medyatik değillerdir, ortada fazla görünmezler, kendilerini siyasî mihrakların kullanmasına olanak tanımazlar, eserleri ve fikirleriyle (ve böyle olduğu için de dar bir entelektüel çevrede) varolurlar. İdeolojik-siyasal görüşleri/duruşları tabii ki vardır ama hiçbir siyasal partinin, odağın, ideolojik merkezin sözcüsü, borazanı, askeri değillerdir. Temel insanî-ahlakî değerlerden, yaşamdan, bilimden, özgür düşünceden, insan haklarından yana taraftırlar ama yandaş (taraftar), tetikçi, amigo olmazlar. Bu yazı o gerçek aydınlarla ilgili değil.
Ötekilerden, çoğunluk aydınlardan söz etmek istiyorum: Aydın sıfatını yüklenmiş, öyle sunulan, öyle sayılan, kendilerini belli siyasal-ideolojik çevrelerle, mihraklarla özdeşleştirmiş olanlardan… Bunlar daha popüler, daha görünürlerdir, toplumca tanınır, bilinirler. Tahsil-terbiye görmüş, okumuş, dünyayı tanımışlardır; yazarlar, çizerler, konuşurlar. Diğer kümedeki entelektüellerden ayrıldıkları nokta: mensup oldukları kesimin, parçası oldukları mahallenin veya siyasal- ideolojik merkezin çizgisini, doğrularını, ezberlerini sorgulama, eleştirme, değiştirme yeteneğinden uzak oluşlarıdır. Uzaktırlar, çünkü böyle bir sorgulama derin ve sürekli derinleştirilen bir birikim, farklı görüşleri bilmekle yetinmeyip anlamaya çalışma, çifte standartlardan kurtulma, bağımsız bir kafa, bitmeyen bir “hakikat” arayışı, gereğinde yalnızlaşmayı göze alacak medenî cesaret gerektirir. Gerçek aydın yaşama, insana, evrensel değerlere, demokratik özgürlüklere, adalete ihanet etmemek için kendi siyasal-ideolojik mahallesine başkaldırmayı göze alabilendir, gerektiğinde toplumun algılarıyla birlikte kendini de değiştirebilendir.
 
André Gide, Sovyetler Birliği’nden Dönüş kitabında: Fransız Komünist Partisi’ne üye olurken, “Beni heyecanla karşılıyorsunuz ama dikkatli olun aydınlar partiye ihanet edebilirler, çünkü bir aydın için önemli olan kendi ideallerine ihanet etmemektir,” dediğini anlatır. 1937’de Stalinist dönem Sovyetler Birliği’nin sosyalizmin/komünizmin ideallerinden ne kadar uzaklaştığını, nasıl bir diktatörlüğe dönüştüğünü, hayallerin nasıl birer birer yıkıldığını anlatıp eleştirdiğinde kimi şahin militanlardan hain damgası yiyip de Parti’den ayrılırken: “Ben size partiyle katılırken söylemiştim, kendi değerlerime ihanet edemem,” der.
Türkiye’nin aydın sorunu; yeterli bilgi-birikim sahibi olmamak, bilgiyi felsefe ile, eleştirel düşünce ile tamamlamamak gibi bilinen eksikler bir yana, (Gramsci’den ödünç aldığım kavramlarla) asıl şu noktadan kaynaklanıyor gibi geliyor bana: Çağdaş Türkiye’nin geleneksel aydını Cumhuriyet ile birlikte doğup gelişirken devletin ve resmî ideolojinin organik parçası olmaktan kurtulamadı. Kurucu kadroların ideolojik hegemonyasının taşıyıcısı, sözcüsü oldu. Egemen ideolojinin düşünce kalıplarını, zihniyetini içselleştirdi ve sürekli yeniden üretti. Asker-sivil bürokratik oligarşi, Cumhuriyet seçkinleri kitlelere ne kadar uzaksa o da o kadar uzak kaldı. Onları uzaktan, dışardan gözledi ve onları sisteme entegre etme görevini üstlendi.
Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, bastırılan, susturulan sol aydınlar da aynı köklerden geliyorlardı, onlar da kurucu ideolojinin organik aydınlarıydı. Aynı bütünlüğün farklı bir versiyonunu, muhalefetini temsil ediyorlardı. Sistemin dışında kalan bağımsızlar ve muhafazakâr kesimin aydınları yok edildi ve susturuldu. Böylece Türk aydını geniş halk kitlelerinin, emekçilerin, dindar muhafazakârların, halkların organik aydını olamadı.
 
1950’lerden sonra hızlanan toplumsal değişim sürecinde, dipten gelen dalgaların itkisi ve siyaset sahnesine çıkıp iktidardan paylarını talep eden güçlerin etkisiyle  rejimin siyasî ve ideolojik hegemonyası sarsılmaya başladı. Darbeler, müdahaleler, baskı, vesayet iktidarda tutunmayı sağlasa da ideolojik egemenlik giderek daha fazla aşınıyordu. Bu; Cumhuriyet’in geleneksel aydınının alan ve güç kaybetmesi anlamına geliyordu.
Aydın olmanın doğal parçası sayılması gereken aydın huzursuzluğunun, aydın tepkisi ve eleştirisinin Batıcı laik aydın kesimlerde son zamanlarda hırslı, kindar, saldırgan bir ruh haline dönüşmesinde geleneksel aydınların yenilgi psikolojisinin payını görmek gerekiyor. Giderek alan yitiren resmî devlet ideolojisiyle yoğurulmuş, ona eklemlenmiş, kitlelerin organik parçası olamamış geleneksel aydın hırçınlaşıyor, iktidar kaybının ve yalnızlaşmanın çaresizliği onu saldırganlaştırıyor, kötücülleştiriyor, geriletiyor.
Bir yanda yenilgi psikolojisinin pençesindeki geleneksel Cumhuriyet aydınının kendini ve hemcinslerini kemiren kısır kötücüllüğü; öte yanda organik aydını olmayan, ideolojik hegemonyasını kof ve aşağılık bir demagoji üzerine oturtan AKP iktidarının aydın boşluğu… Toplumdaki yarılmanın, cepheleşmenin, benzerini bugüne kadar yaşamadığımız tehlikeli çatlamanın ve çözümsüzlüğün üzerinde pek durulmayan ama hiç de önemsiz olmayan bir yanı da bu bence.
 
KAYNAKÇA
Türkiye de Aydınlanma Hareketi – Server TANİLLİ – Alkım Yayınevi Eylül 2006 basım
Prof.Dr. Server TANİLLİ , Strasbourg İnsan Bilimleri Üniversitesi
Fakir BAYKURT, Yazar
Prof.Dr. Hüseyin BATUHAN, İstanbul Üniversitesi
Prof.Dr. Ragıp EGE, Strasbourg Louis Pasteur Üniversitesi
François GEORGEON, Paris Bilimsel araştırmalar Ulusal Merkezi Araştırmalar Müdürü
Prof.Dr. İrene MELİKOFF, Strasbourg İnsan Bilimleri Üniversitesi
Timour MUHİDİNE, Lise Öğretmeni
İlhan SELÇUK, Yazar
Prof.Dr. Bülent TANÖR, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Prof.Dr. Şirin TEKELİ, İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi
Semih VANER, Paris Uluslararası İncelemeler ve Araştırmalar Merkezinde Araştırmacı
Demir ÖZLÜ, Yazar
Ahmet OKTAY, Yazar
Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Samuel Huntington Okuyan Us Yayın 5. Baskı
Prof.Dr. Samuel P.HUNTİNGTON, Albert J. Weatherhead III Üniversitesi, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyinde Görevli
Oya BAYDAR, Yazar ( http://t24.com.tr/yazarlar/oya-baydar/aydin-kotucullugumuzun-kaynagi,10682 )